Tarih ne diyor? Kabil ile Habil’in çekişmesinden beri yeryüzünde bir keşmekeş var. Bu mücadeleye rağmen yerküre hiç büyümezken dünya nüfusu 2 kişiden 7,5 milyara ulaşmıştır. Demek ki savaşlar berdevam ve her şey bir karış yer için olmuştur. Bu savaşların kimler arasında olduğu önemli değil, önemli olan savaşın sebebi topraktır. Onun için toprağın altındaki ve üstündeki kıymetlere bakmaksızın değerli olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü nüfus artarken yerküre büyümüyor. İşte bir millet için uğruna kan dökülen toprağın adı vatandır. Merhum Cemal Kuntay’ın şiiri bunu en veciz biçimde ifade ediyor: Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır Bugün dünyada eski şehirlerin çoğu defalarca el değiştirmiştir. Bu el değiştirme sırasında şehirlerin demografik yapısı da değişmiş ya da değiştirilmiştir. Fetihler, işgaller, istilalar ve doğal âfetler bu değişmenin sebeplerinden birkaçıdır. Osmanlı tarihinden birkaç örnek verebiliriz. Osmanlı Ordusu binlerce şehit vererek Balkanları vatan edinmek istemiş ve hatta Anadolu’dan çok, oraları imar etmeye çalışmıştır. Bu bir Kızılelma idi Osmanlı için. Selanik ve Üsküp bu coğrafyanın önemli iki şehridir. Bir zamanlar bu şehirlerde Türk-Osmanlı kültürü basınıyla, mimarisiyle, musikisiyle, şiiriyle ve folkloruyla zirvede idi. Ama bugün özellikle Selanik’te TürkOsmanlı’dan sadece birkaç bina hatıra kalmıştır. Neden mi? Göç önemli sebep olmakla beraber, Osmanlının zayıflaması ve güçsüz düşmesi esas sebebi oluşturmuştur. Demek ki direnmeyen bir şehir el değiştirmeye mahkumdur. Osmanlı Coğrafyasında Türk Olmak Ortadoğu’nun en güçlü üç milleti Araplar, Farslar ve Türklerdir. En son bu coğrafyaya gelip yerleşen, devletler kuran, ciddi sosyal ve kültürel iz bırakan millet, Türklerdir. Osmanlı zayıflayınca özellikle emperyalist Avrupa devletlerinin ana amaçlarından birisi, Türklerin Ortadoğu’dan izlerini silmek ve onları anavatanları Orta Asya’ya sürmekti. Mustafa Kemal önderliğinde yürütülen Kurtuluş Savaşı neticesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, Avrupa’nın bu ütopyasını ve emelini boşa çıkarmıştır. Ancak Avrupa emperyalizmi bir ölçüde başarılı olmuştur denilebilir. Nitekim, Türkiye dışında kalan Balkanların ve Ortadoğu’nun birçok ülkesinde ciddi bir nüfus kütlesi olan Türklerin sayısı giderek azalmıştır. Romanya, eski Yugoslavya (yedi ufak ülkeye bölündü), Bulgaristan ve Yunanistan Balkanlarda; Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin Orta Doğu’da Türk barındıran eski Osmanlı coğrafyasıdır. Yirminci Asırdan Yirmi Birinci Asra intikal ederken, bu ülkelerde yaşayan Türklerin ortak üç temel problemi olmuştur: Yönetimleri tarafından asimile olmak Toprak kaybetmek (Başta Türkiye olmak üzere) başka ülkelere göç etmek. Osmanlı’nın mirasçısı olarak Türkiye, bu ülkelerden göçe zorlanan Türkleri kabul etmeyi bir kader telakki etmiştir. 1912 Balkan Göçü, 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi, 1989 Bulgaristan Türklerinin göçü, Balkanlardan Anadolu’ya olan başlıca göçlerdir. Bu göçler arttıkça Balkan Türklüğü ve Müslümanlığı zayıflamıştır. Zaten Avrupa’nın da arzusu buydu: ilk merhalede Türkleri Avrupa’dan atmak… Irak, Suriye, Filistin ve Lübnan Türklerinin durumu Balkanlardaki kadar vahim olmamıştır. En azından yönetimleri tarafından toplu göçe zorlanmamışlardır. Ancak Balkan Türklerinden daha kolay asimile olmuşlardır. Çünkü Balkanlarda, Türk olmanın yanında, Müslüman olmak, önemli bir koruyucu kalkan vazifesi görmüşken, Orta Doğu’da Türkmenler, sadece Türklük kimlikleriyle ayakta durmak zorunda kalmışlar ve dolaysıyla büyük ölçüde asimile olmuşlardır. Nitekim Irak Türkleri hariç diğer Ortadoğu Türkleri bir asır içerisinde ciddi anlamda Araplaşmışlardır. Bu dört Arap ülkesinden Türkiye’ye yine hatırı sayılır sayıda Türkmen, kimi siyasî kimi de daha iyi bir hayat kurma ümidiyle göç etmiştir. Bir Hatıra Üsküp’ün Türk mahallesinin bir lokantasında dostlarla oturup yemek yiyorduk. 2012 yılının bir yaz günüydü. Ak saçlı bir yaşlı bey de iki masa ötemizde yemeğini bitirmiş Türk kahvesini yudumlarken bizi de inceden inceye süzüyordu. Dikkatimi çekti, kalktım masasına gittim, selam verdim ve oturma izni istedim. Türkçeyi güzel konuşuyordu. Garsonu çağırarak bana bir kahve siparişi vermek istedi, kahve içmediğimi söyleyince gülümsedi. Niye güldüğünü sordum, dokunaklı bir cevap verdi: Biz Balkanlarda Müslümanlar olarak Osmanlı geleneğini yaşatmak ve Türk kelimesini telaffuz etmek amacıyla her yemekten sonra Türk Kahvesi içeriz. Siz Türkiyeliler yemeklerden sonra ya çay ya da neskafe içiyorsunuz. Haklısınız. Biz Türklüğümüzü kahvede yani kültürde değil, siyasette yaşatmaya çalışıyoruz. Keşke onu da yapsanız. Siz kültürde batıyı taklit ederken, siyasette de farkında olmadan Balkanlar’da Türklüğü eritiyorsunuz. Nasıl? Balkanlardan gelen her Müslüman’ı Türk vatandaşlığına alarak Balkan Türklüğünü ve Müslümanlığını kendi elinizle eritiyorsunuz. Osmanlı, bizim atalarımızı Anadolu’dan Balkanlara getirerek buraları Müslümanlaştırmak ve Türkleştirmek isterken, siz de bunun tersini yapıyorsunuz. Adama hak vermekten başka yapacak bir şeyim yoktu… Birbirimizin ad ve adreslerini alarak buruk bir şekilde vedalaştık. Türkiye Nerede Hata Yapıyor? İster Orta Doğu’da ister Balkanlarda başı sıkışan her Türk, Türkiye’den medet umar. Bu gerçekten bir kaderdir; Osmanlı olmanın, Türk olmanın ve Müslüman olmanın bir kaderi. Ama burada doğru ile yanlışı iyi ayırt etmek gerekir. Türkiye’nin ana hedefi veya Kızılelma’sı Osmanlı coğrafyasında Türklüğü ve Müslümanlığı yaşatmaktır. Bugün TİKA, Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluğu ve Yunus Emre Vakfı gibi kuruluşların ana amacı budur. Kuşkusuz ki bu amacın siyasî ve iktisadi boyutları da olacaktır. İşin bu kısmını Dışişleri Bakanlığı zaten yürütüyor. Lübnan’daki Liman Patlamasından sonra Lübnan’ı ziyaret eden Türk Dışişleri Bakanı, bütün Türkmenlere Türk vatandaşlığı verileceği haberi büyük bir yankı uyandırdı ve özellikle Irak Türkmenlerini heveslendirdi. Bu tür demeçler verilirken çok ihtiyatlı olmak gerekir ve doğuracağı sonuçları iyi tahmin edilmelidir. Türkiye dışındaki Türklere Türk vatandaşlığı verilmesi daha çok siyasî veya istisnaî sebeplerden dolayı olabilmelidir. Aksi takdirde Osmanlı coğrafyasında ilelebet Türklüğü kaybedebiliriz. Bu da Türk’ü Orta Asya’ya geri göndermek isteyen Batı emperyalizminin ekmeğine yağ sürer. Bu görüşümüze iki eleştiri gelebilir. İlki, Suriyeli milyonlarca Arap’ın Türkiye’de bulunmasına karşılık birkaç bin soydaşımızın Türkiye’ye gelmesinin doğal karşılanmasıdır. Öncelikle yanlış kararlar mazeret ve emsal teşkil etmemelidir. Ayrıca milyonlarca Arap’ın Türkiye’ye gelmesi, Türkiye’yi Araplaştırmayacağına mukabil, birkaç bin Lübnanlı Türkmen’in Lübnan’ı terk etmesi, Lübnan’da Türk varlığını tehlikeye düşüreceği kesindir. İkinci eleştiri, önceden bu coğrafyalardan gelip Türkiye’ye yerleşenlerin, yeni gelmek isteyenlere mâni oldukları veya kendilerinin niye dönmedikleri meselesidir. Siyasî sebepten dolayı Türkiye’ye gelip yerleşenlerin mazereti makbuldür. Çünkü Türkiye anavatandır ve Osmanlı bölgesinin Türklüğünden birinci derecede sorumludur. Ama keyfi için gelip yerleşenlere vatandaşlık verilmesi hiç de doğru değildir. Bunun bir orta yolu var. Türkiye soydaşlarına vatandaşlık vermeden onlara Türkiye’de ikamet etme, emlak edinme veya ticaret yapma hakkı verebilir. Bu da Türkiye ile bölgedeki soydaşları arasındaki sosyal, kültürel ve ticari bağları güçlendirebilir. Ben şahsen, Türkiye’ye önceleri gelip düzen kuranların 2003 yılından sonra Irak’a dönmelerini takdirle karşılarım; Mustafa Kemâl Yayçılı, Riyaz Sarıkâyha, Hasan Özmen, Ali Mehdi, Hüseyin Şahbaz vd. gibi dava adamlarının dönüp davasına orada hizmet edenleri de kahraman addederim. Taş yerinde ağırdır…