Abdülhakim REJİOĞLU Kardeşlik/el-İha Dergisinden Aydın ve İdealist Bir Kerkük Çobanı -1Görelim Mevla neyler Neylerse güzel eyler 1959 yılı bir millet ve memleket olarak çok uğursuz ve çok tehlikeli oldu bizler için… Şimdi ben binbir keşmekeş içinde geçmiş bu buhranlı ve kara günlerin havasını, özelliklerini ve olayların akış silsilesini buraya geç[ir]mek niyetinde değilim. Burada sizlere yalnız efsanelerde, masallarda uydurulmuş esâtîrî kahramanlara benzer çok aydın, südü temiz bir Kerkük çobanıyla bu kara günlerde nasıl ve ne şekilde ona tesâdüf ettiğimi ve ondan neler işittiklerimi anlatmaktır. Bu olgun ve çok aydın memleket çocuğuyla geçirdiğim ânı, ben kendi hesabıma en değerli bir hâtıra olarak saklayacağım gibi… Ve bu güzel tesâdüfü yine kendim için unutulmaz bir tâli’1 eseri sayacağım… Şimdi bu gâyet enteresan olay olabilir. Taaccübünüzü mûcib olsun… Öyle değil mi… Olmasın sayın okurlarım. Çünkü… Kerkük denilen bu ilâhî beldenin toprağında, havasında, suyunda öyle bilinmeyen esrâr vardır ki…Değil bu “vatanlaşan çobanı” iyice işlenirse ve rüzgârların esintileri yâr olursa müstesnâ güçte hârikalar yetiştirir… Ama… Neylersin alın yazısı kara… Bahtı yoktur… Mes’ele burada. Şimdi ben memleketin bütün ahını elemini sînesine birer elem ve ıstırap tecrübesi gibi sindiren bu genç çobanımıza nasıl tesâdüf ettim? Kerkük’ün o bulutlu ve kara günlerinde, günümün ve haftamın boş saatlerini günün yıpratıcı ve haksız olaylarıyla yorulan ve perîşan olan asâbımı ve kafamı dindirmek gâyesiyle şehir sınırından uzaklara yürüdüm. Ve yürürken de içime sızan ıstırap ve tesirler dolayısıyla şuursuz olarak bu ıssız yerlerin havasıyla, toprağıyla, uzaktan görünen dağlarıyla, tarihiyle kendi 1 Eski yazıda tali‘ olarak yazılan bu kelime Latin imlası ile yazılan Türkçede talih biçiminde yazılıyor. kendime itâblaşır kitaplaşırdım… Allah’tan o meş’ûm günlerde kendimi buralarının yabancısı gibi sanıyordum. Sanki, hiç de buraların çocuğu değilmişim gibi. Ve hep dudaklarımın arasında şu mısralar tekrarlanıyordu: Vatan-cüdâ gibiyim ceddimin diyârında Ne toprağında şu yurdun ne cûy-bârında Bir aşinası yahut bir aşina izi var Sedama beklediğim aksi vermiyor ovalar Kerkük’ün bu yabancılığı karşısında açık gök, esmer toprak, otlar, ağaçlar, rüzgâr, yağmur, dağlar, yıldızlar, yabancı gelmiyorlardı bana. Tersine birer emel ışığı, birer teselli ve sükûnet kaynağı idiler bana. Yine böyle güneşli ve öğle sonu bir gün… Havanın sıcaklığına rağmen Şâturlu2 yoluyla meselâ [Molla] Abdullah Tepesi taraflarına tek başıma yola koyuldum… Sık sık dikilmiş söğüt ve dut ağaçlarının arasından geçiyordum. Güneş, yapraklar arasından petek petek saçılıyor, ve sanki sayısız yapraklar insana göz kırpıyor gibi idi… Merkep sırtını andıran eski köprüler… Camileri, bembeyaz tertemiz çıkıntılı evleri… Evlerin saçakları altında minderler[e] oturup beyaz tülbendle baş örtülü annelerinin kucağında ufak çocuklar mini mini boncuk gözleriyle ürkek ürkek bakışları evlerin önünde yemlenmekte olan tavuk ve horozların kanat çırpınışları, sağa sola koşmaları, mahallenin ortasından geçen küçücük arkın iki tarafında toplanan ördek ve kazları seyredeyorudum. Dalmıştım… Birde[n] kendimi Molla Abdullah Tepesinin arkasındaki tepelerin birisinde buldum. Daha öteki tepede bir çoban çok âhenkli ve çok yanıklı kaval çalıyordu… Daha iyi dinlemek için çobanın bulunduğu tepeye gittim… Çoban kendinden geçmişti… Kavalı çok hazîn çalıyordu… Kaval beni de iyiden iyiye sardı… Bir iki adım gerisinde mıhlandım âdeta… Beni görmüyordu… 2 Kerkük’ün Korya yakasında bir mahalle Çoban birden döndü. Hemen yumruklarını Kerkük’e doğru sallayarak: Bana ver ben çekeyim derdini mümkünse mısraını gür bir sesle haykırınca… olduğum yerde Kerkük’ü göstererek gâyet hazîn nağmeli bir sesle: Ağır çok hazîn bir sesle okumaya başladı: Koyunları dağılan bir çoban gibi dalgın Ne beklerim yolun üstünde böyle her akşam Bu beklenmedik manzara karşısında hayretlere düştüm. Bir an alev gibi bir heyecan bütün vücudumu sarmıştı. Şuur-altı bir hisle benim de Gökalp’ın şu şiiri hatırıma geldi… Ve aynı tempo ve edâ ile okumaya koyuldum: Çoban kaval çaldı sordu bülbüle Sürülerim hani ovam nerede Bülbül sordu boynu bükük bir güle Şarkılarım hani yuvam nerede Ağla çoban ağla ovan kalmadı Gözyaşı dök bülbül yuvan kalmadı Çoban sinirli… ürkek ve neş’esizdi. Şiiri sessizce nefes almadan dinledi… Yüzüme acı acı baktı. Gözünün ucundan düşen damlayı yumruğuyla sildi. Ve dudaklarını kanatıncaya kadar ısırdı… Durdu… Düşünceye daldı… Sonra birden Kerkük’ü göstererek gâyet hazîn nağmeli bir sesle: Üstünde gülerken bir yığın sersem Şehir tâ içinden tutuyor mâtem Solgun bir acı var güneşte ayda Çiniler ağlıyor eski sarayda Susuz çeşmelerden sızıyor elem Şiir okurken çobanın gözlerinden boncuk boncuk yaşlar yanağına akıyordu. Çobanın memleketi nasıl bütün rûhî maddesi düşüncesiyle sevdiği şiirleri okurken yüzündeki ızdırap çizgilerinde okuyordum. Gözleriyle benden soruyor… Ama konuşmama meydan bırakmadan Kerkük’ü işâret ederek… insanın tâ içine kadar nüfûz eden derin bakışlarıyla beni süzerek. Onların acılarını, hasretlerini dindirmek acaba mümkün olmaz mı? Gittikçe çöken gittikçe sö nen bir hissiyât yaşıyoruz. Acının da ızdırabın da bir haddi olmalıdır. Yürekler acısı kaderimize lanetler olsun! Tam bir acz hâlinde bunalan bir şahsın rûhî hâleti içinde… o zafer destanlarıyla târihin son hâtıraları biz mi olacaktık? Kimsesiz son mâtemin yaşayan bir yâdıyım Âh bile demeden can veren yiğitlerin Yollarını gözleyen illerin evlâdıyım. Şiirlerini gene çok alçak bir sesle okur okumaz, gözleri daha irileşmiş, çehresi sararmıştı… Yeni bir hiddet boğazını yaladı gâliba hemen gürleyerek… Dâima yârinin yasını terennüm eden meş’ûm ağızlar kapansın… Bu sözleri birkaç kere tekrarladıktan sonra, acaba bizler târihler yaratan, kocaman târihleri irâdelerine râm eden o kahraman dedelerimizin evlâdları değil miyiz? Damarlarımızda onların kanı yok mu?… Çoban[ın] târihin acı tecrübeleri ışığında dertlerimize çâreler aramasındaki hırs ve titizliği tarifsizdi. O coştukça coşuyordu. O, o esnâda engin bahr-i muhîtlerin köpüren şahlanan dalgalarına benziyordu. Sesinde muzaffer orduların sağlam adımları, trampet sesleri, atlı bölüklerinin nal şakırtıları duyulurdu. Yanardağın ihtişamlı lâvları gibi çakıyordu, konuşmalarında zaman zaman hiddetli kükremeler işitiliyordu… Bir an oldu birden sustu. Sonra birden… hafif bir perde ile sol elinin parmaklarını açık tutarak dedi ki: Evet her vakit zevk ve ıstırabı, hayatı bile hiç sayarak iman yaratan imanlıları tarih unutamaz, beşeriyet örnek tutar, hiçbir tabut gömemez… Mayası yalnız ve yalnız vatan sevgisiyle, vatan aşkıyla yoğrulmuş imanlılar bize lâzımdır. Bütün gayretlerimizin ruhu ve dimağı bu olmalıdır… Millî şuur ancak bu sâyede uyanır. Yine daldı, yine sustu. Ne yaman şuuru, ne eğilip bükülmez bir millî gurura sahipti o… Ben hayatımda kimseye imrenmemiştim. Şimdi şu karşımda duran bu vatanına can evinden sevdalı, yürekten tutkun gence bütün manâsıyla imrenmiştim. -2- Bilmem ki nerede okumuştum, hatırımda kaldığına göre Büyük Cengiz’in muazzam ordularına karşı dayanamayıp yine aynı soydan bir Türk başbuğu, Hindukuş dağlarını geçerken göklerde parlayan Süreyyaya bakarak “Sen bana tâli’imi müjdeleyen yıldız mısın?” demişti. Şimdi ben de karşımda duran şu hârika çobana şöyle diyeceğim geliyor: “Sen de bizim tâli’mizi müjdeleyen kahramanımızsın!” Sükûtundan faydalanarak kendimi tanıttım. O da kendisini Çoban Bektaş kelimelerini söylemekle yetindi. Yalnız adı bana lâzımdı. Yoksa etrafımı saran koyunlar, köpeği, eşeği, kavalı, ikide birde koyunları toplaması, çoban olduğunu gösteriyordu. Yirminin üstünde tahmin ettiğim bu yağız Kerkük çobanı temiz kısa hâki bir pantolon kolları kısa bir gömlek giymişti. Çobanımız iri yarı dalgın ve düşünceli bir gençti. Gözlerinin çok tatlı derin bir bakışı vardı. Dağınık saçları çehresine şirin bir ifâde veriyordu. Bir an gözümü çobandan ayırdım. Yanı başımızda otlayan eşeğin sırtındaki heybeye gözlerim takıldı. Gazete ve dergilerin bir kısımları heybeden dışarıya çıkmıştı. “Bunlar da ne?” diye sordum. “Bunlarsız yapamam. Edebî dergilerdir. Bir de altlarında tarihimize ait kitaplardır. Bütün günümü koyunlarımı gütmek ve okumakla geçiriyorum.” Bilmem neden icâb etti? Tekrar adımı sordu. Ben de Rejioğlu dedim. “Hâ…” dedi, “Rejioğlu ağabey, ara sıra yazılarınızı bizim Beşir’de3 ve Âfâk4 gazetelerinde okuyorum.” Gencecik yaşına rağmen çileli yılların ve kafasındaki bilgisinin verdiği olgunluk içinde, yani tepede[n] tırnağa kadar bir iyice süzdükten son3 Beşir gazetesi Kerkük’te Türkçe ve Arapça yayımlanmış haftalık bir gazete idi. İlk sayısı 23 Eylül 1958’de, son 26. sayısı da 17 Mart 1958’de çıkmıştı. 4 Afak, haftalık Türkçe ve Arapça Kerkük’te çıkan bir gazeteydi. İlk sayısı 8 Mayıs 1954’te, son sayısı 27 Mart 1959 tarihinde çıkmıştır. Toplam 202 sayı çıkmıştır. ra: “Amma ağabey affedersiniz, sözüm yalnız size değil. Oralarda yazanlara, hepinize sesleniyorum, bütün yazdıklarınız bir incir çekirdeğini doldurmaz niteliktedir maalesef. Sizleri ben Sultan Abdülhamîd zamanının hortlaklarına benzetiyorum. “Tabii geniş müsamahanıza sığınarak” Diyeceğimle o köhne doğu alışkanlığının tesiri altında hep dîvân edebiyatının yâdı adı târihe mal olmuş şâirlerini yazı konusu edip ve her Allah’ın günü aynı konuları ısıtıp ısıtıp şu zavallı milletin önüne sürüyorsunuz… Sanki günün derdi yokmuş, kahrı azmış… Biraz da şu zavallı halka ve memlekete eğilin. Haydi tutalım ve diyelim dedelerimizden bize millî mefâhir diye kalan şu sözlerin yarım yamalak söz konusu ettiğiniz kimselerle ve eserleridir. Ya sizler gelecek kuşaklarımıza neler bırakacaksınız? Bir kere düşünün… Dört beş göbek sonra memleket çocuklarının durumları nice olacak?.. Emin olunuz ki bizlere bîgâne kalacaklar, asıllarını astarlarını unutup gidecekler… O vakit tarihin bütün laneti üzerimize yağacak ve çocukları[n] veballeri boynumuzda kalacak, günahlarına girmiş olacağız… “Esefle diyeceğim ki bugünkü günde Kerkük’te tek bir edîb tek bir şair yoktur ve görmüyorum… Kim bu iddialarda bulunduysa ve bulunursa… Boş ver. “Edebiyat toplumun ifadesidir. Yani insan topluluğunun küçük bir aynasıdır… Edebiyatta millî esâtîrin, menkıbelerin, an’anelerin, hâtıraların izleri bulunur… Sizler bu kaidelere uydunuz mu?… Ne gezer… Affedersiniz acaba sizler gelecek kuşaklara bir şeyler bırakabileceğinize akıl erdirebiliyor musunuz?.. Şimdilik ortada hiçbir şey yok… “Bir millet cevherini, mayasını, tarihini destanlarında terennüm edilen kelimelerden anlar. Destanları da yaratan ediplerdir. Bizdekilere edip demek için yürek ister, öyle değil mi ağabey?” “Çok doğru.” dedim. Başladı tarihten misaller vermeye… Almanya’dan, İrlanda’dan, Fransa’dan, Ginya’dan (?)., şundan bundan… Ve bizim tarihimizi de didik didik etti. Çok tatlı bir heyecan içinde konuşuyordu… Buna rağmen sesi biraz dikti, tatlı ve sıcak bir tonu vardı. Hakîkaten gariptir bu… Durup dururken insana kendi mâzisinin içinden ona bürünerek hü cum ediyordu, çoban. Onun en enteresan tarafı kesik kesik âdeta hatırlamalarla konuşması idi. Zâten en manâsız kımıldanışlarında bile, küçük unutmalardan sonra dönülmüş hissini bırakan hali vardı. Sanki o anda yaptığı ve söylediği şeylerden başka kendi içinde daha önemli, hayatını daha derinden kavrayan bir düşüncenin peşindeymiş gibi çok ayrı ve yalnız kendine mahsus bir başka zaman yaşıyormuş gibiydi. Bir an oldu ki sustu… Şifa bulmaz kederlerin acısıyla dolu yürekten derin bir hasret çekerek yeis ve gamla bulutlu gözlerini sevgili Kerkük’e dikti. Güneş olduğundan daha sıcak, etrafı kavuruyordu… Bahçeler büyük buhurdan gibi tütüyordu… Dallar sanki koyu mavi bir duman içinde yüzüyorlardı… Daha uzaktaki fundalıklarda sürülerini otlatan çobanların ıslıkları, gürültüleri, kaval sesleri, sığırtmaçların böğüren sürüleri insanın içine tatlı bir haz verdiği gibi o duygu sahnesini ulvîleştiriyordu. Ve sanki yaz bütünüyle gümüşten bir uğultu olmuştu. Ben olduğum yerde sanki iki uyku arasında imiş gibi kendi içime dalmış kara kara düşünüyordum. Çobanımızın yumrukları yine Kerkük’e doğru uzanmıştı… Yine heyecanlanmış, yine bir şeyler konuşuyordu. Kulak verdim: “Hayır!” diyor. “Benim Kerkük’üm yıldızların köpüğüyle yıkanmış oğulmuş, onların parıltılarını almış ilâhî bir varlıktır… Buradan yakınlıklar Tanrı’ya gider… Ondan gayrısına kimse kendini yakın bulmaz… Hiçbir şey ondan gayrısına bağlanmazdı.” Bana dönerek “Ağabey bizim bu güzel ve şirin diyarımızı şimdi kırmızı sürüleri istilâya başladı” dedi. Ve hiç melodram hayaline kapılmadan, en gerçek ve kesin ölçülere uygun olarak ruhunu içine döküyordu. Gözlerini gözüme dikerek: “Bu kapkara günlerin dehşet tecellisinde gör kim… Kerkük ve evlatları birbirlerine öyle sarılmışlar ki burada ikisinin kader birliği yoğrulmuş ve şekilleşmiştir. Ne var ki sert bir rüzgâr bunla rı ayırmak için durmadan insafsızca kamçılıyor, kamçılıyor… Onlar ise kendileriyle başlayan o manâsını henüz bilmedikleri, fakat adını tanıdıkları, kaderlerini bekliyorlar… Bunların kaderleri ise büyük karanlıklarda mahbus imkânlar silsilesidir. O kaderler ki Tanrı’nın tasavvuru olan bu ebedî şavklar diyarının biricik sırrı ve masalı idi. Bu sırrı, bu masalı, o imkânlar silsilesiyle büyük karanlıklardan çıkarabilseler… O sırrı çözseler, söyletseler. İşte o vakit bu aziz vatanın ufkundan karanlıkları yırtan şafak güneşi bize doğar ve mutlu yarınlar başlar. İşte azizim, biraz evvel dediğim gibi bu aziz vatanı bu mihnetten kurtarmak için çıkış noktalarımıza buradan başlayalım. Buradan -Yok imiş kurtaracak bahtı kara mâderini- mısraını okudu. Bana gülümseyerek bakıyordu. O hazîn gülümsemede neler yoktu ki… Çobanın sözleri bende heyecan ve alâka uyandırdı. Karşımda yavaş yavaş konuşan dalgın genç gayz ve kin uğultuları içinde boğulmak istenen vatan düşmanlarıyla boğuşa boğuşa tâli’den intikam almak azmindedir demek. Gölgelerimizi aydınlatmak, yüreklerimizi ferahlandırmak, karanlıklarımıza ışık tutmak ancak onun idealinin güneşinde ısınmakla elde edileceğine bütün yüreğimle inandım. Ve îman ettim… Onun bilgilerinde fikir mürşitlerinin kuvveti, gözlerinde onların rüyası, yüreğinde onların aşkı vardı… Onun ideali mabedlerimizin içinde bir meş’ale gibi yanmalıdır… Engin ufuklara doğru yürümek azminde bulunan nur ve îman çocukları o meş’alenin alevinden kendi meş’alelerini yakmalıdırlar… Ben düşüncelere dalmışken çoban birden sağ kolumdan tutarak beni tepenin tam yukarısına çekti. Birden gözlerim gözlerine takıldı. Açık yerleri gezmiş olan çoğu dağ adamlarının bakışında engin ufukların hâtırası bulunur. Uzun oluyor onların bakışı… Çobanımızın da gözleri öyle idi… Aşağılarda bütün Kerkük Şaturlu, Korya, Sarıkâhya, Musalla, Çay Mahallesi, İmam Kasım, Tekye5 açıklara kadar seriliyordu… Beri taraftan Babagurgur cenaplarının yükselen ateşleri 5 Kerkük’ün semt ve mahalle adlarıdır. uzaktan harıl harıl güneş ışığının aksiyle bazen zümrüt rengini alıyor, sonra mavi, sonra menekşe… Ne var ki üzerine tuzla buz edilmiş binlerce ayna parçaları yağmış alev alev yanıyor… Çakıyor, çakıntıdan göz alıyor… Bana çoban… “Ne tuhaftır. İnsan oralara bakıyor da, oralara varınca oraları buradan gördükleri gibi görmüyorlar” dedi… Durdu. Sonra “Bu manzaralara ve bu yaradılışa bakın, insanoğlu bu güzelliklerde yaşamak için yaratılmıştır” dedi. Çobanın dediği gibi büyük bir câzibe vardı manzarada… O câzibe neydi bilmiyorum… Manzara mana taşıyordu… Çevremde bir duygular kaynağı vardı. Neden duygu taze çıkıyordu? Belki o dakikada görülen manzara ile insanın duyuşu düşünüşü tamamen birbirine uyuyordu da ondan… Gün ışığı kararmak üzere… Arkamızda Erbil yolu soluk bitik ve kül rengi ile uzanıyor. Önümüzde dağlar taşlar sanki potada kaynatılmıştı. Kıpkızıl korlar hâlinde idiler. Renk âdeta tatlı bir mûsika gibi ötüyordu… Mahmur bir inleyişti bu… Akşamın altın tozları arasında değişmez şevkler bahçesinin bütün mahlûkları birer tarafa sinmiş, sonsuzlukların neş’esini terennüm eden kuşlar susmuş, ağaçlar boyunlarını bükmüşler, çiçeklerin ışıkları kısı[l]mış.. Ve yavaş yavaş renk sustu. Tepecikler sönüp kül oldular. Yer gök loşlaştı ve karardı… Ben ve çoban bu tabiat tılsımı karşısında kendimizden geçmiştik. İç ıstırap ve heyecanlarımız dinmişti sanki… Dudaklarımızda titreşen gülümsemenin nereden doğduğunu anlamak güçtü. Akşam ezanı okunuyordu. Çoban uysal ve mazlum neş’esiyle ilâhî hazlar içinde başını kaldırarak gâyet yavaş bir sesle “kaderin aynasına şimdi daha emniyetle bakabilirim” dedi. Sürüsünün bir çember gibi etrafımızı sarmaları, köpeğin evine doğru havlayarak gidip gelişi, artık ayrılmak zamanının geldiğini belki geçtiğini ikimiz de anladık… Ayrılırken gâyet mahzun ve acıklı bir sesle Kerkük’e doğru şu şiiri okuyordu: Ömrümüze çöktü bu garîb akşam İçimiz karanlık bahtımız siyah Sana da bana da acısın Allah Kerkük… Dertli Kerkük… Yaralı Kerkük Hemen bu şiirin arkasından “Rejioğlu… tâli’i lehimize çevirmek imkânı elimizdedir, çalışmak ister fedakârlık ister değil mi?… Kadir Mevla’m bir gün bizi de güldürür elbet… Âh ümit tatlı şeydir” dedi ve arkasından bu güzel ve manâlı şiiri okudu ve gitti… Görelim Mevla’m neyler Neylerse güzel eyler… Ben bir müddet öz be öz bu memleketin çocuğu olan bu idealist çobanın arkasından mebhût ve hayrân olarak bakakaldım… Yer gök loşlaşmıştı ve kararmıştı. Artık bütün kâinâtı kucaklayan dünyayı önümde yayılmış, serilmiş gördüm… Vücudumu soğuk bir titreme kapladı. Sanki o şipşirin Kerkük, o diller destanı güzellikleriyle, o anda, beyazlara bürünerek esatirî6 efsanelerdeki melekler misali yıldızları aşarak ona reva görülen haksızlıkları Yüce Tanrısına şikâyet için yedi kat semâlara kadar yükselmiş ve benim de iki elim birden onun şafak aydınlıklarını andıran hayaletine derin bir huşû’ ve hudû’7 içinde uzanıyor… Ve bütün bir Kerkük diliyle ona şöyle haykırıyorum: Sen benim arzum gibi kalbimde saklısın. Sen benim bütün hayatımda, ümitlerimde, sevgilerimde yaşadın. Kalbim seninle birlikte ağlardı, gülerdi. Ne olurdu beni de Tanrı’ya götüreydin… Derken beni deli eden düşünceden kurtuldum… Sanki gece yeni bir ışıkla bitiyor gibiydi zihnimde… Uzak ve tatlı bir rüyanın ümidiyle kalbimde o garîb ve çılgın heyecan dinmişti… Ve sanki yeniden gün vurmuştu içimdeki dağlara… Sağıma soluma baktım. Her tarafım zifiri karanlıktı. Ağır adımlarla yine Şâturlu yoluyla, asırlık ağaçların kokularını ciğerlerime sindire sindire sokakları geçerek evimin yolunu tuttum… Âh… “Ümit tatlı şeydir.” Kadir Mevla’m eğer senden uzakta Bana takdîr eylemişse ölümü Rahat etmem bu yabancı toprakta Cennette de avutamam gönlümü Kardeşlik/el-İha, yıl: 7, sayı: 6-7, (Ekim-Kasım 1967), s. 19-20. Kardeşlik/el-İha, yıl: 7, sayı: 8-9, (Aralık 1967-Ocak 1968), s. 18-20. ……… 6 Destansı 7 Sessizlik